Soner Yalçın’ın geçmiş dönemde kaleme aldığı “Kimler sağcı… Kimler solcu… Epistemik cemaat… Sandığınız gibi değil” başlıklı yazısı tartışılmaya devam ediyor. Tartışmaya son olarak yazar Cengiz Alğan da kaleme aldığı yazısıyla dahil oldu. Alğan, “Türk Solunun Acıklı Hikayesi” başlıklı yazısında, “Bugün sol adına elimizde kala kala, sadece “yaşam tarzı” savunusuyla, içi boş takıntılarla kendi gettolarında yaşayan, halktan tamamen kopuk, amorf bir yapı kaldı. Üstelik “yaşam tarzı” dedikleri konuyu da alkollü içki, dekolte, serbest ilişki, din karşıtlığı gibi daracık alanlara indirgeyerek kendi zihinsel hapishanelerine kapatmış durumdalar. Buraya dönük en ufak eleştiriye dahi tahammül gösteremedikleri için tartışmak da mümkün olmuyor” dedi.
İLGİLİ HABERLER:
Cengiz Alğan’ın yazısı şöyle:
“Türk solunun en popüler ve kitlesel haline ulaştığı 1960 ve 70’lerde temel iddiaları; halkçılık, devrimcilik, antiemperyalizm, antikapitalizm gibi evrensel solun da benimsediği değerlerden oluşuyordu. Bu iddialar, kurulan örgüt isimlerinde somutlaşıyordu. Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi, Halk Kurtuluş Ordusu, Türkiye İşçi Partisi, İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu vb. isimlerle kurulan sol örgütler, pratikte her ne kadar halktan kopuk kalsalar da en azından söylemde, yayınlarında ve temel tartışmalarında halkı, işçi sınıfını, topraksız köylüleri, ezilenleri merkezine alan, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin dayatmalarına karşı antiemperyalist sloganları öne çıkaran özellikler sergiliyorlardı.
Örneğin Dolmabahçe açıklarına demirlemiş olan ABD 6. Filo askerlerini denize iterek meşhur olan olayı, “6. Filo’yu denize döktük” şeklinde yarım asırdan fazla süre, antiemperyalist direniş örneği olarak gururla anlattılar.
İKİZ KULELERLE YIKILAN SOL
Ancak 12 Eylül askeri darbesi sonrası, solun dilinden duymaya alıştığımız bu söylemler, birer birer kaybolmaya başladı. 1990’ların başında Sovyetler Birliği ve Doğu blokunun dağılmasından sonra ise neredeyse tamamen unutuldu. Proletarya, halk, antikapitalizm, antiemperyalizm gibi kavramlar yerine çeşitli kimliklerin savunulduğu yeni yeni söylemler ortaya çıktı.
Topluma sınıf temelli, ezen-ezilen çelişkisi ekseninden bakan fikirleri bir kenara itip unutan sol, 90’lar ve 2000’ler boyunca çeşitli etnik ve dini kimlikler, toplumsal cinsiyet, kadın-çocuk-hayvan hakları, çevresel sorunlar gibi konuları merkezine aldı. Son yirmi yıla damga vuran bu konuların en başına da iklim değişikliği ve LGBT hareketlerinin talepleri gibi spesifik ögeler yerleşti, halen de böyle devam ediyor.
2000’lerin başında dünyada yeniden filizlenir gibi olan küreselleşme karşıtı “antikapitalist hareket” de yine sınıf temelli bakıştan uzak, çeşitli kimliklerin birbirinden çok farklı taleplerini bir araya getirerek yeni bir sokak hareketi oluşturma gayretine girdi. Ancak 2001’deki İkiz Kuleler saldırılarından hemen sonra, ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler, “medeniyetler çatışması” teziyle güçlü bir çıkış yaparak yeni yeni doğan bu hareketlerin uzun ömürlü olmasına engel oldu.
Böylece Soğuk Savaş sonrası “yeni düşman”, İslam ve dolayısıyla Müslüman ülkeler olarak ilan edilmiş oldu. Türk solu (yaklaşık iki asırlık modernleşme-batılılaşma müfredatından geçirilmiş olmanın sonucu olsa gerek) bu yeni düşman imajını kolayca benimsedi. Özellikle de son 10 yılda, Gezi ayaklanmasında zirvesine ulaşan bir “anti-Erdoğan” cephenin oluşumunda, CHP’nin arkasında hizalandılar.
DOĞRU OLSA DA…
O günden bu yana Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümetlerinin hiçbir icraatına destek verilmedi. Aksine her birine çeşitli kulplar takılarak şiddetle karşı çıkıldı. Uzun süre CHP grup başkanvekilliği görevini yürüten Engin Altay’ın TBMM’nin bir oturumunda sarf ettiği şu sözler, bu bakışın en veciz örneğidir: “Bu hükümet dünyanın en doğru işini de yapsa bizim alkışlayacak halimiz yok kardeşim!”.
Bu yaklaşımın hakkını gerçekten de verdiler. Uzaya ilk Türk astronotun gönderilmesi gibi 10-15 yıl önce hayal bile edilemeyecek bir gelişmeyi, “Karadeniz’de tura çıkmaktan ne farkı var?” diye yorumlayabildiler. Uzay yolculuğunun maliyetini, “O parayla kaç emekliye ikramiye dağıtılırdı?” şeklinde sorgulayabildiler.
60 yıllık özlemle bekleyişin ardından üretilen ilk yerli otomobil TOGG’un varlığına bile inanmadılar, araçların İtalya’da üretilip gemilerle ülkeye sokulduğunu ciddi ciddi söylediler. Hükümet, otomobil fabrikasının bile olmadığını iddia eden muhalif gazetecileri toplayıp fabrikada geziler düzenlemek zorunda kaldı. Bu kez de yerlilik oranı üzerinden tartışmalar başladı.
Üretilen 5. nesil savaş uçağı konusunda da benzer saçmalıklara tanık olduk. Uçağın tanıtımında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oturduğu kokpit kapağını tutan mekanizmaya “vileda sapı” yakıştırması yapıldı ve uçak “maket” ilan edildi.
Mega projeleri bir kenara koyup geçmişte solun savunduğu ilkeler açısından değerlendirdiğimizde, AK Parti hükümetlerinin emekten yana projeleri de bu kesimlerin umurunda olmadı. Örneğin kamu emekçileri, yani memurlara toplu sözleşme hakkı 2010’da anayasal güvenceye alındı ve tarihte ilk kez 2012’de uygulandı (ki Türk solu 2010 referandumuna da karşı çıkmıştı). Sendikal haklar genişletildi hem memurları kapsadı hem de birden fazla sendikaya üye olabilme hakkı tanındı.
Uzun yıllar tartışma konusu olan 1 Mayıs, “Emek ve Dayanışma Günü” olarak resmi tatil ilan edildi. Belki de en önemlisi, asgari ücrette işçilerin ödediği primler iptal edilerek emekçilerin üzerindeki vergi yükü kaldırıldı. Bu talebin seslendirildiği geçmiş dönem sol parti afişlerinin kalıntılarına İstanbul sokaklarında hâlâ rastlamak mümkün. Ama Türk solu bu gelişmeye dair olumlu tek söz etmedi.
Daha önce solun temel taleplerinden parasız eğitim, parasız sağlık politikaları slogan olmaktan çıktı, ete kemiğe büründü. Her Türk vatandaşı, sigortası olsun olmasın 18 yaşına kadar sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanabiliyor. Çeşitli ülkelerden heyetler Türkiye’nin sağlık sisteminin başarısını incelemek üzere ülkemize geliyor. Ama “bu hükümet dünyanın en doğru işini bile yapsa” bizim solun alkış seslerini yine duyamıyoruz.
HALKTAN KOPUŞ VE 15 TEMMUZ
CHP’nin kuyruğuna takılan sol, halktan o kadar kopmuştu ki 2023 seçim yenilgisinin ardından “Taşrada sadece TRT seyrediliyor, o yüzden kaybettik. Zaten köylüye ayda 500 TL ver, oyunu sana versin” gibi absürt argümanlar öne sürebilen Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi için irili ufaklı bütün sol hareketler kampanya yürüttüler. Tüm dünyada sol hareketler sığınmacıların hakları için sokaklara dökülürken Kılıçdaroğlu’nun “kahverengi gömleklileri” rolüne bürünen CHP gençlik kolları, duvarlara “Sığınmacılar gidecek” yazıları yazıyor, afişler bastırıyordu ve Türk solu bundan zerrece etkilenmeden peşinden gitti.
Belki de en büyük yarılma, 15 Temmuz işgal girişiminde yaşandı. Yıllar boyu şarkılar, şiirler, marşlar yazıp halkın ayağa kalkması için uğraşan sol, darbeci FETÖ askerleri, uçak ve tanklarla bombalayarak sıradan insanları öldürürken ayağa kalkan halkı göremedi. Ellerine sadece bayrak alarak sokakta 8-10 saat içinde darbeyi durduran halkın destanını kulakları duymaz oldu.
Hatta darbe bastırıldıktan sonra hep bir ağızdan bunun tiyatro, kontrollü darbe olduğunu dile getirdiler. Sonraki bir ay boyunca meydanlarda demokrasi nöbeti tutan yığınların hareketini “şeriatçı kalkışma” diye nitelendirip uzak durdular. Direnişi kötülemede o kadar ileri gittiler ki solun ileri gelen bazı aydınları, halkın direnişinin önceden provası yapılmış hazırlıklı bir kalkışma olduğunu bile söyledi. Nasıl olup da sıradan insanların, çıplak elleriyle, tepeden tırnağa silahlı darbeci askerleri durdurabildiğine akıl erdiremiyorlardı.
Aradan geçen sekiz yılda 15 Temmuz’a karşı hınçla doldular. Çünkü darbeyi durduran Erdoğan ve partisi daha da güçlenmiş, bir efsaneye dönüşmüş, seçim yoluyla yenilmesi neredeyse imkansız hale gelmişti. Üstelik daha önce muhalefette olan MHP ve lideri Bahçeli de 15 Temmuz sonrası Erdoğan’ın yanına geçmiş, kale gibi duran bir Cumhur İttifakı oluşmuştu.
15 Temmuz için bastırılan 1 TL’lik hatıra paraları öfkeyle fırlatıp atan, dolmuşta para üstü olarak denk gelince yüksek sesle itiraz edip “Bana bunu verme, üzerinde Atatürk olan para ver!” diye bağıran ve bunu da övünerek anlatan çok kişiye rastladım. Türk solu darbe durduran halkın yanında saf tutamamış, “tank sesiyle bile uyanamamıştı”.
SOL’UN “LAİK FİLİSTİN” SLOGANI
En son ayrışma konusu, İsrail’in Gazze halkına karşı yürüttüğü ve şimdiden on binlerce insanı katledip binlerce ev, iş yeri, okul, hastane, ibadethaneyi yerle bir ettiği soykırım felaketinde yaşanıyor. HAMAS’ın 7 Ekim taarruzu sonrası İsrail’in yürüttüğü kanlı katliamlar sürdüğü sırada, CHP daha ilk cümlesinde HAMAS’ı terörist ilan ediyor, Türk solunun en mutedil kesimleri ise İsrail’i kınarken “laik Filistin” sloganı atıyor. Sanki dünyaları başlarına yıkılan, parçalanmış kolları bacakları bulunduğunda kime ait olduğu bilinsin diye isimleri yazılan çocukların en acil ihtiyacı laiklikmiş gibi!
9 Temmuz günü TBMM’de HÜDA-PAR’ın verdiği bir önergeyle, çifte vatandaş olup Türkiye’den İsrail’de çatışmalara katılmaya gidenlerin yargılanması ve sonrasında vatandaşlıktan çıkarılması oylamaya sunuldu. İsrail’in soykırımını teşhir etmeye ve buna verilen desteği her alanda kesmeye yönelik bir adım olduğu açıkça belli olan bu önergenin genel kurulda tartışılması oy çokluğuyla kabul edildi. Peki buna karşı çıkan iki parti hangisi oldu dersiniz? CHP ve önceleri gizli, şimdi açık ortağı olan DEM Parti. Bunların peşine takılıp giden sol, tüm dünyanın aksine, İsrail soykırımına bile açıkça karşı çıkamaz hale geldi.
Bugün sol adına elimizde kala kala, sadece “yaşam tarzı” savunusuyla, içi boş takıntılarla kendi gettolarında yaşayan, halktan tamamen kopuk, amorf bir yapı kaldı. Üstelik “yaşam tarzı” dedikleri konuyu da alkollü içki, dekolte, serbest ilişki, din karşıtlığı gibi daracık alanlara indirgeyerek kendi zihinsel hapishanelerine kapatmış durumdalar. Buraya dönük en ufak eleştiriye dahi tahammül gösteremedikleri için tartışmak da mümkün olmuyor.
Son 20 yılda muhafazakarlar devleti halka yaklaştırıp, halkı da devletle barıştırırken sol giderek marjinalleşiyor, halkın taleplerine duyarsızlaşıyor. Yaptıkları her çıkışta, karşılarında “aydınlanma tanrısına” bir türlü biat etmeyip kendi Allah’ına güvenen bir halk buluyor ve bundan müthiş rahatsızlık duyuyorlar. Üstelik ordunun demokratik denetimi büyük oranda sağlanmış olduğu için ellerindeki “halaskâr zabitan” sopası da artık yeterli gelmiyor. Geçmişi darbelerle kirlenmiş silahlı kuvvetler, olması gerektiği gibi sivil otoritenin kontrolünde çalıştığı için başarıdan başarıya koşarken, bu kesimler ordunun artık “kağıttan kaplana” dönüştüğünü söylüyor.
Geriye yapabilecekleri tek şey kalıyor halkı cahillikle suçlamak, aşağılamak, kitlesel halde peşinden gittiği lidere hakaret etmek. Bunu yaparken de laiklik, çağdaşlık, aydınlanma, Atatürk vb. beş on kelimelik lügatlerinin dışına çıkacak ne dişe dokunur argümanları ne de ötesini düşünmeye cesaretleri var.
Batı’nın zerk ettiği İslam düşmanlığıyla, kendi küçük konforlu akvaryumlarında, yapay süs bitkileri arasında dolaşıp duruyorlar. Yaklaşan fırtınalı yeni dünya düzeninin getireceği sarsıntılara karşı, bu toplumun Türk solundan faydalanabileceği en ufak bir unsur bile kalmadı maalesef. Dua edelim de o günler geldiğinde hiç değilse düşman kampa gönüllü yazılmasınlar.”